16 Mart 2024 Cumartesi

Friends

 

 Çoğu insan gibi ben de çocukluğuma dair pek bir şey hatırlamıyorum. Bu anılar her zaman belirsizdir ve sonunda 'hatırladığınız' her şeyin muhtemelen beyniniz tarafından yeniden oluşturulmuş bir anı olduğunun farkına varırsınız. Bu konuda fazla seçeneğiniz yoktur ve genellikle hafızanızın sizi asla yanıltmayacağına inanırsınız.

 Aklıma gelen ilk anım 5 yaşımdaykendi. Gerçek olup olmadığından emin değilim ama sanırım Michael'la o zaman tanıştım. Hiç arkadaşım olmadı, bu yüzden onunla tanıştığıma çok sevinmiştim. Bana Jack derdi ve bu hoşuma giderdi. İlk karşılaşmamızı hatırlayıp hatırlamadığımdan emin olmasam da, hemen kurduğumuz güçlü bağa şüphe yoktu.

 Son birkaç yıldır her gün yaptığımız şeylerin ayrıntılarıyla sizi sıkmayacağım ama dostluğumuza dair okuyucular arasındaki en şüphecileri bile ikna etmek için birlikte yaptığımız bazı şeylerin ana hatlarını çizeceğim.

 Biraz feminen bir çocuk olan Michael'ın okulda da pek arkadaşı yoktu. Zorbalığa maruz kalmıştı ve gününün en önemli olayı eve gelip benimle bir fincan çay içmesi, bu anlarda bana sıkıntılarını anlatması ve yükünü hafifletmesiydi. Çay, benim teselli sözlerimin aksine, inandırıcıydı.

 En sevdiği aktivitelerden bir diğeri de saçımı kesmekti. Her türlü şekli verirdi ve her birinden keyif alırdım. Neyse ki saçlarım açıklanamayacak kadar hızlı uzuyordu ve sık sık saçlarımı şekillendirme şansı buluyordu.

 Ancak ilişkimizi sürekli geren bir şey vardı. Beni yanlış anlamayın, Michael ve benim birbirimize karşı kesinlikle hiçbir kırgınlığımız yoktu. Sorun onun ailesiydi. Beni onayladıklarını sanmıyordum ve denesem bile nedenini size söyleyemem.

 Bu sadece onaylamama değildi; Benden nefret ettiklerini düşünmeye başladım. Arkadaşlığımız uzadıkça daha da kötüleşti. Bunu düşünmek bile bana acı veriyor, bu yüzden bunun üzerinde çok durmayacağım.

 İlişkimiz başlangıçta ne kadar hızlı geliştiyse, iki yıl sonra azalmaya başladı. Michael büyüyüp tıknaz bir futbolcu oldu ve ben de eskisi gibi kaldım; sıska ve atletik olarak rekabet etmekten tamamen aciz.

 Yeni arkadaşlar edindi ve beni görmezden gelmeye başladı. Bu durum beni çok üzdü, özellikle de ihtiyaç anlarında onun yanında olduğum için. Beni terk etmesi beklediğim son şeydi ve beni çok etkiledi. Sanki dünya üzerinde kimsem kalmamış gibi hissettim.

 Odanın köşesinde oturmuş bunları yazarken, Michael ve arkadaşlarının televizyon izlediğini görebiliyorum. Bazen beni fark edip bana bakıyormuş gibi görünüyor ama ben gerçeği biliyorum. Artık kaderime boyun eğdim; Beni yarattı ama yok etmeyi unuttu.

14 Mart 2024 Perşembe

Headaches

 Bıçak gibi saplanan bir ağrı, gerçekten. Aniden geliyor. Birdenbire. Kaç tane doktorla görüştüğümü bilmiyorum. Migren mi? Migren ilaçlarının bir faydası yok. Tansiyon ağrısı mı? Lütfen ama. Çoğu zaman iyiyim. Ama sonra ağrı vuruyor. Gözümün tam arkasına vuruyor. Buz kıracağı olan küçük bir şeytan gözüme saplıyormuş gibi. Aniden, acımadan, pişmanlık duymadan geliyor.

Bir keresinde bana arabadayken musallat oldu. Park edilmiş bir arabaya çarptım. Dava edildim. Cidden bu hiç adil değil. Bu benim hatam değildi. Ağrı vurunca gözüm sulanıyor ve burnum akıyor. Göremiyorum. Tek hissettiğim gözümü çıkartmaya çalışan bıçak gibi saplanan öfkeli bir acı. Bir kere de işteyken başıma geldi. Çığlık attım. Herkes deli olduğumu düşündü. Bir kere normalin dışında bir şey yapmam deli damgası yemem için tüm gereken şeydi. 

Kimse anlamıyor. Uyuyamıyorum. Çalışamıyorum. Araba süremiyorum. Sadece o şeytanın saldırıya geçmesini bekliyorum.

İlaçları denedim. Gerçekten. Bana anlattıkları her şeyi yaptım. Ağrı kesici ilaçları, nöbet ilaçlarını, yogayı, meditasyonu, her şeyi. Uyuşturucuları denedim. Hepsini, gerçekten. Marijuana, Percocet, ve hatta eroin denedim. Şeytanım uyuşturuculara gülüyor sadece. Yakalandım. Percocet ile yakalanadım. Ebeveynlerim bir suçlu olduğumu düşünüyor. Bu benim suçum değil. Şeytanın suçu. Her zaman şeytanın suçu. Acı acı bağırıyor.

Geliyor. Ne zaman bilmiyorum. Nerede bilmiyorum. Ama daima geri geliyor. Beklemek bıçak gibi saplanmasından her zaman daha kötü. Tüm gün sadece bekliyorum. O küçük şeytanı bekliyorum. Bazen geliyor. Bazen gelmiyor. Bence bana sadece gülüyor. 

Bu adil değil! Ben bunu istemedim. Doktorun biri bunun bir buz kıracağı baş ağrısı olduğunu söyledi. Evet, öyle hissettiriyor. Buz kıracaklı bir şeytan. Bana bıçak  saplayan bir şeytan. Ondan nefret ediyorum. 

Ben de onu bıçaklayacabileceğimi düşünmüştüm. Savaşmadan gitmek istemedim, bilirsiniz ya. Bu yüzden kendi buz kıracağımı aldım. Kendi buz kıracağımı aldım ve gözümü çıkardım. Düşünebiliyor musunuz? Kendi gözünü çıkarmayı? Ama bir faydası olmadı. Bir faydası olmadı. Başka ne yapabilirim bilmiyorum. İntihar mı? Belki. Ama belki o küçük şeytana yeni bir ev bularak ondan kurtulabilirim. Belki başka birini sever. Belki başka birine gider. Ve ben özgür olurum. Hayatımı geri alırım. Biliyorum bu adil değil. Ama bunu yaşamak zorunda olmam hiç adil değil. Hiç adil değil.

Belki biri gözünde bir buz kıracağı hissetse anlar. Belki şeytan ona gider. Her neyse. İşte bu yüzden buradasın. Çok üzgünüm cidden çok üzgünüm. Ama başka ne yapacağımı bilmiyorum. 

Lütfen çırpınmayı bırak. Bu sadece işleri kötüleştiriyor. 


2 Kasım 2023 Perşembe

Lazy Saturday Night

Burada, yatağımda, yumuşak ipek yorganın altında sıcak ve memnun bir şekilde kıvrılmış, televizyonda daha önce hiç duymadığım aptalca bir belgesel izliyordum. Ama kurabiye hamurlu dondurma kutusu, ellerimi dondurmaya götürmekten başka bir şey için kullanmama izin vermiyordu. Böyle geceler nadirdir, benim dışımda herkesin dışarıda olması sık görülmez. Bu yüzden tadını çıkarmaya özen gösteriyorum. Aslında sabaha kadar kimsenin geri dönmesini beklemiyordum. Alt kattaki kapının açılma sesini bu kadar endişe verici yapan da buydu. 

Buharlı tren gibi bir anda panikledim, zemindeki eski beyaz halının üzerine dondurmayı dökerek sessizce yorganın altından fırladım ve yatağın yanındaki gardırobu gıcırdatarak açtım. Sanki burada olmalarını bilmemi istiyorlarmış gibi ağır ve düşüncesiz ayak seslerini duyuyorum. Zorlukla nefes alıyordum ve rahatlatıcı bir gecenin tadını çıkarırken kullandığım kaşığı kaptım. Ayak sesleri daha da arttı. Kendimi gardıropta kalan küçük boşluğa zorla sokuyorum ve kapıyı kapatıyorum. Tam o sırada yabancı, yatak odasının kapısını açıyor. 

Boşluktan bakıyorum, yüzü tanıdık geliyor ama onu nereden tanıdığımı çıkaramıyorum. Yere dökülmüş dondurmayı görüyor ve başını yatak odasının geniş alanına doğru uzatıyor. 

Tehlikeli olmayan bir şekilde "Merhaba?" diye sesleniyor. Ama ben bu hatayı daha önce yaptım. Asla, hiçbir şekilde, bir sesten sıcakkanlılık bekleme. 

Yatağın altına bakıyor. Kahretsin, birini arıyor. Sızlanmayı bıraktım ve kopartıp kendimi savunmak için bir yol yaratmak umuduyla kaşığın çanağını ileri geri bükmeye başladım. Koptu ama metalik bir tık sesi çıkarttı. Adam kafasını çeviriyor ve gardıroba bakıyor. Şimdi tir tir titriyorum. Lütfen kapıyı açma, açma, açma, açma!

Kapı açılıyor ve beni görüyor. Aynı anda şaşırarak ve korkuyla çığlık atıyoruz. Hiç tereddüt etmeden adama atlıyorum ve kaşık sapının keskin kenarıyla etinin mümkün olan her yerine batırmaya başlıyorum. 

Acı içinde bağırıyor ama durmayacağım. Sapı göğsünün ve boynunun derinliklerine, hareketsiz kalana kadar defalarca saplıyorum. Onu öldürdüm.

Aşağıya ve sonra evden dışarıya koşup tiksintiyle ağlıyorum. Yeterince uzaklaştığımı hissedene kadar yolda ilerliyorum. Bir anlığına oturuyorum ve kendime gelene kadar derin derin nefes alıp veriyorum. Telefonumu çıkarıp Twitter'ı açıyorum ve #party diye aratıyorum. Umarım bu kez bütün gece dışarıda olacaklarını söylerken yalan söylemeyen bir ev bulurum. 

10 Haziran 2023 Cumartesi

My Daughter Was Attacked On FaceTime

Dürüst olacağım, pek de aile adamı değilim. Kariyerim, beni kızlarımın çocukluğunun büyük bir kısmında ailemden uzaklaştırdı ve  karım öldüğünde aile babası olmamam beni uygun bir şekilde tanımlayabilir. Duygusal olarak öyle. Çok aniden olmuştu, hayatımın aşkı, Erika, ben uzaktayken çok erken öldü. Bu son üç yıl çok zordu. Acı çekmeye, kaybetmeye ve üzülmeye alışkınım. Bu seferki farklıydı. İçimde hiçbir zaman geçeceğini düşünmediğim ve tam olarak tarif edemediğim bir boşluk var. 

Bu yüzden, Aria bana gelecek dönem yurt dışında okuyacağını söylediğinde hiç şaşırmamıştım. Son 2 yıl boyunca yerel bir üniversitedeydi. Sanırım garip salı akşamı yemeklerimizden bıkmıştı ve bir ara vermeye ihtiyacı vardı. Sanırım insan acı veren garip bir sessizlik içinde ancak bu kadar zaman dayanabilirdi. 

Bu yüzden gideceği için onu suçlayamam. Öyle olmadığını söylemişti ama ben biliyordum. Gelişim, bağlantılar ve dış dünyayı keşfetme fırsatlarının hepsi benden ayrı kalma ihtiyacı olduğunu söylemekten kaçınmak için söylediği yalanlardı. Gerçekten "kendisini bulmaya" değil, "kendisini benden uzakta bulmaya" ihtiyacı vardı. Canımı yaktı ama yine de anladım.

Dediğim gibi pek de aile adamı değilim. Ona çocukken kendini koruması için bazı şeyler öğrettim ama bunun dışında çok bir ilişkimiz yoktu. Bu şeyleri yazarken de gurur duymuyorum. Benim küçüm Ariamla daha yakın olmak isterdim. Onu tüm kalbimle seviyorum. Sadece gerçekçiyim. 

Tabiri caizse Facetime araması geldiğinde çok heyecanlandığımı söylemek hafif kalır. O gittiğinden beri iletişimimiz en az seviyedeydi ve aylardır yüzünü görmemiştim. Orada burada birkaç mesaj ve işleri nasıl yaptığımla ilgili birkaç soru sorardı.

Aradığını görünce yeşil butona yeterince hızlı basamadım. Koyu kahverengi gözleri ve parlak gülümsemesi ekranımda belirince neredeyse gözyaşlarıma engel olmak zorunda kaldım.

"Hey tatlım. Nasılsın? Çok mutlu görünüyorsun. Ve saçını boyatmışsın. Artık sarışınsın. Kim bilirdi?"

"Teşekkürler baba! Bir sarışın olarak buraya daha iyi uyum sağladım ama her şey yolunda. Avrupa çok güzel. Ve kendim hakkında birçok şey öğrendim. Gerçekten daha mutlu olamazdım" dedi ışıklandırılmış bir caddede yürürken. 

Gerçeği söylediğini görebiliyordum. Böyle gülümsediğini görmeyeli yıllar olmuştu. Bugünlerde ne derler? Hislerime dokundu. "Bunu duyduğuma çok sevindim Aria. Neler yapıyorsun? Bana her şeyi anlat. Konuşmayalı uzun zaman oldu ve bu yaşlı adam bütün gün dinleyebilir."

"Aslında sormak istediğim bir şey vardı. Bu alanda uzmansın o yüzden biraz tavsiye almak istedim." dedi yüzündeki ifade biraz daha ciddileşerek.

"Tamam sor gitsin." diye cevapladım.

"Son zamanlarda burada bazı kaybolma olayları oldu.." ama ben lafını kestim.

"İşte şimdi endişeleniyorum. Yalnız yürüyorsun ve orada saat çok geç olmalı." dedim şakaya vurarak.

"Babacığım benim için endişelenmene gerek yok. Sadece küçük bir sorun var. Çok fazla var.. düzinelerce." dedi köşeyi dönüp ara sokağa girerken.

Başka bir kelime daha edemeden kamera aniden doğal olmayacak şekilde kayarak etrafını gösterdi. Bazı hışırtılar ve mırıldanmalar duyuyordum. 

Aria?

Daha fazla mırıltı.

Aria? Alo?

Mırıltılar biraz daha artmıştı. Neşeli geliyordu. Ne oluyordu böyle?

ARIA!

Kamera tekrar ona dönmüştü.

"Üzgünüm babacığım. Köşeyi dönerken birine çarptım. Ondan özür diliyordum."

Tuttuğumu fark etmediğim nefesimi salıverdim.

"Yaşlı adamı nasıl endişelendireceğini kesinlikle biliyorsun.. bekle bir saniye."

"Niye, noldu?" diye sordu. 

Kızımın arkasında birisini fark ettim. Silüeti hızla yaklaşıyordu. O yaklaştıkça yüz hatlarını görmeye başladım. Uzun dalgalı siyah bir saç. Tıraşlı bir yüz. Buralı gibi görünüyordu. 30'larının başında. 

Ve karnında bir şey parladı. Bu da neydi..?

"Baş dönmesi" diye bağırdım. İçgüdüsel olarak adam ona yaklaştığında arkasını döndü. Bir boğuşma oldu ve telefon düştü.

"Nihayet seni yakaladım seni küçük kaltak" diye bağırdığını duydum adamın. Telefon her şeyi görebileceğim bir yere düşmüştü. Panikleyerek adama bağırmaya başladım. 

"Ellerini kızımın üzerinden çek!"

"Onu rahat bırak!"

Aria!

İleri geri boğuşmaya devam ettiler. Yavaş yavaş kızımı duvara yaslıyordu. Ona öfkeyle küfretti.

Lütfen kes şunu!

Aria'nın ayağı kaydı ve adam bıçağını çekti. Sertçe savurdu. Kızımın kolunu parçaladı ve acı ile bağırdığını duydum.

Gözlerimden yaşlar akmaya başladı. Tekrar olamazdı. Neden ailemi korumayı beceremiyordum?

Adama durması için yalvarmaya devam ettim ama ya beni duymuyordu ya da umursamıyordu. Aria'ya tekrar ve tekrar vurdu. Ona bağırdı. Koruyucu duruşu kollarına gelen darbeleri sınırlamıştı ama bunlar derin kesiklerdi. Uzun süre böyle devam edemezdi. Her yer kan içindeydi. Bu manyağın duracağı yoktu.

Dünyanın ne kadar acımasız bir yer olduğunu düşünmeden edemedim. Mevcut olan her tanrıya lanet okudum. Bunun olmasına nasıl müsade edebiliyorlardı? Hadi ben belki hak ettim. Ama ya kızım? Onun elleri benimki gibi kanla lekelenmemişti. Bu sadece korkumu ve üzüntümü öfkeye dönüştürmüştü. 

BIRAK ONU AŞAĞILIK HERİF!

SENİ GEBERTECEĞİM! BENİ DUYUYOR MUSUN?

YÜZÜNÜ GÖRDÜM!

SENİ GEBERTECEĞİM!

DAHA ÖNCE YAPTIM VE TEKRAR YAPARIM!

Söylediğim şey dikkatini çekmiş olmalıydı çünkü bir an duraksadı. Bu bir fırsata dönüştü ve şükürler olsun ki kızım bunu kaçırmadı. Tüm gücüyle dizine vurdu.

Çığlıkları mı yoksa kemiklerinin kırılmasının sesi mi daha fazlaydı bilmiyorum. Geriye doğru yalpaladı ve ızdırap içinde bağırdı. 

Bakışlarının yavaşça, artık tamamen yanlış yöne eğilmiş olan bacağıyla buluşmasını ve yüzünü kaplayan paniği izledim. Öne doğru sendeledi. Başını kaldırıp kızıma baktı ama o orada değildi.

Gözleri yanındaki kan izlerini takip etti. O daha bitiremeden Aria sağ kolunu adamın boynuna doladı ve sıktı. Bedeni kıvranıyordu. Az ışıkta bile yüzünün renk değiştirdiğini görebiliyordum.

Saldırgan elinden kurtulmak için mücadele ederken Aria homurdandı. Kollarında bu kadar derin kesikler varken bir adamı boğmak için ne kadar acı çekmiş olabileceğini hayal bile edemiyorum. Ama annesinden almış olması gereken içsel sertliği onu sağlam tuttu. Yine de dövüşmeye devam etti ve çırpınırken ona vurmayı başardı.

Küçük bir çığlık attı ama kendini tuttu. Arkasına yaslandı ve iyice sıktı. Adamın hareketleri yavaşladı ve bilincini kaybetmekte olduğunu söyleyebilirim. Dakikalar sonra adam nihayet bayılmıştı.

İçimi bir rahatlama duygusunun kapladığını hissettim. Kızım güvendeydi. Adamı yere bıraktı ve sürünerek telefonun yanına gitti.

"Aria! Tanrıya şükürler olsun ki iyisin! Sevincimi saklamanın zamanı değildi. Tanrım, tanrılar, her kim olursa, tekrardan aramız iyi. Benim hatam.

"Ben iyiyim baba merak etme." diye cevap verdi. Kendini toparlamak için birkaç derin nefes aldı. Kıyafetleri sırılsıklamdı. Eski rengi her neyse gitmişti. Artık koyu bir kızıldı. "Yine de sınadığın için teşekkürler tanrım"

"Kodlu kelimeyi hatırladığına inanamıyorum. İyi olduğun için minnettarım bebeğim." diyerek yüzümdeki yaşları sildim. "Kimdi o? Sana daha önce saldırdı mı?"

Yüzünde şaşkın bir ifade vardı ve adama doğru gitti. Adamın vücudunu dar sokağın duvarına iterek oturmasını sağladı ve dikkatle yüzüne baktı. Birkaç dakika boyunca sessizlik hakim olmuştu.

"Ah! Sanırım onu tanıyorum." dedi. Daha önce takındığı kocaman gülümseme geri gelmişti. Ama onu kanlar içinde görmek bu sefer daha az güvenli görünmesini sağladı. Şimdi aslında biraz ürkütücüydü.

"Geçen perşembe öldürdüğüm kişinin onun sevgilisi olduğundan bayağı eminim."

11 Mayıs 2023 Perşembe

Darkness in the Rear View Mirror

 

2013’ün yazında, kendimi tek başıma 902 otobanında bir partiden çıkmış eve giderken buldum. Neredeyse gece yarısıydı ve kapkaranlık olduğunu söylemeye gerek yoktu. Geceleri genellikle olduğu gibi gerginliğimin sınırındaydım. Radyom kapalıydı ve hiçbir şey duyamıyordum. Yoldaki lastiklerin boğuk kükremesi ve motorun donuk uğultusu dışında. Orta dikiz aynasına bir bakış attım ve arka camdan karanlıktan başka bir şey göremedim.

 Arkaya bakıp hiçbir şey görmediğimi biliyordum. Bundan emindim. Görünen sadece gecenin sonsuz gibi görünen karanlığıydı. Bunu çok net hatırlıyorum çünkü on saniye geçmeden solumdan bir araba geçti. Farları açıktı. Yatak odanızın penceresinin dışında bir insan gördüğünüzü sandığınızda sadece bir ağaç olması ya da gece düşme hissiyle uyanmanız gibi ani adrenalin yükselmelerinden birini yaşadım. On saniye önce arkamda hiçbir şey yoktu. Aniden, bir araba. Eve kadar titreyerek ve bir şeylerin ters gittiğini bilerek gittim.

Ertesi sabah minibüsümün arka tarafında iki çizik buldum. Biri sol arka tarafta, diğeri sağ taraftaydı. Araba oldukça eskiydi. Aylardır orada olabilirlerdi ama onları gördüğümü ilk kez bu kadar net hatırlıyordum.

Geriye dönüp baktığımda, o gece olanlarla ilgili iki ihtimal var. Birinci olasılık. Gerçeklikteki bir aksaklık ya da paranormal bir şey yüzünden, diğer araba ben aynamı kontrol ettikten sonraki on saniye içinde bir şekilde arkamda belirdi. Garip bir hayalet saçmalığı gibi bir şey. Ancak ikinci seçenek, ne zaman düşünsem kanımı donduran şeydir.

Olaydan aylar sonrasına kadar aklıma bile gelmemişti ama bu durum geceleri yalnız araba kullanmaktan daha da korkmama neden oluyor. İkinci ihtimal. Araba normaldi. Bana arkadan yaklaştı ve solumdan geçti. Ancak, büyük, geniş ve gece kadar siyah bir şey arabamın arkasına yapışmış, camdan görüşümü engellemiş ve yanlarda derin çizikler bırakmıştı.

Ve istemeden de olsa onunla eve kadar gelmiştim.

27 Mart 2023 Pazartesi

The God Experiment Part 6 (Final part)

 Part 6 

Keşke hayatta olmasaydım.

Son zamanlarda çok berbat bir durum bu. Çocuklar buna ne derler? Basit mi? Soğuk  aldığınız için muayenehanede beklemek, birinin yüzüne hapşırmak veya halka açık bir yerde tuvaleti kullanmak için uygulanabilir. Artık bir şey ifade etmiyor. Abartı ve sahtelik durumumun ciddiyetini anlatabilecek kelimeleri etkisiz kıldı. 

Doğrusu şimdi. Hadi tekrar deneyelim. Keşke hayatta olmasaydım.

Eğer şeytanın muazzam bir işkence yapabileceğini düşündüyseniz, o halde tanrı size neredeyse hoş bir sürpriz sunacaktır. Beni içeriye bir yere götürdü. Bir serumdan damarlarıma akan ilaçlar okulda deneyimlediğim hiçbir şey gibi değildi. İnsan dolu alanımın içindeki şekiller, bir ameliyathanede ayaklarını sürüyerek dolaşan üç beyaz tavşan gibi birbirine karıştı. Deliliğin aklımın köşelerini kavradığını ve bir mengene gibi sıkıca tuttuğunu hissettim. Dişlerimi sıkarak Ölüm'e dua ettim ve o gece beni ziyaret etmesi için yalvardım.

Ama yapmadı.

Tommy kaderini biliyordu. Son sözleri bilmem gereken her şeyi anlattı.

Perdenin arkasında her zaman bir adam vardır.

"Tanrı deneyi hakkında konuşmak istiyorum"

Tüm o acı karmaşası ve bedenimdeki titreşimler arasında, sesi olabildiğince net duyabiliyordum. Gümbürdedi ve sanki yankılanıyormuş gibi boş odada yankılandı. Yaratıcımla buluşmaya hazırlanan mütevazı bir hizmetkâr olarak karşılık verdim.

"Denek005 Priyanka isimli küçük bir hanım. 25 yaşında, biseksüel bir kadın."

Aklıma bir şimşek çaktı.

"Tekrar."

"Denek005, Denek6 tarafından öldürüldü, Tommy."

Acı daha da kötüleşti. Tanrı cevabımı beğenmedi. Neden diye sordum. Cevabı derince nefes alma ve iç çekmeydi.

"Çocuk çok tuhaf. İşler yürümüyor. Sonra tekrar denemek zorunda kalacağız."

Etrafıma baktım ve çevremi algılamaya çalıştım. Duvarlar rutubet ve artan küf dalgalarıyla lekeliydi. Zemin beton gibiydi. Çıplak ayaklarım ahşap köhne bir sandalyenin bacağına bağlıydı. Gergin bir şekilde salladım. 

"Kahretsin!" Tanrı kızgınlık içinde bağırdı. "Bu plan değil. Bu kahrolası plan değil."

Arkadan bir yerden bir kadın sesi geldi.

"Hayat asla plana göre gitmez, Diego. Ama bu işin sorumlusu sensin. Senin beceriksizliğin."

Üçüncü bir derin ses, desteğini mırıldadı. Diego'nun cevabı öfkeli görünüyordu. Neden bilmiyordum.

"Hafızasının silinmesi gerekiyordu. Polisler yıllar önce test etti. 6 yıl boyunca aynı ilaçları Denek006'da kullandık. Çok erken mi?"

Kadının sesi cevap verdiğinde düpedüz kendini beğenmişçeydi.

"Çok erken değil. Sadece istediğin gibi yürümüyor."

Sesleri, anlaşılması çok güç bir fısıltı ahenksizliğinde birleşti. İçimde çalkalanan tüm korkunç şeylerin altında bir yerlerde netlik yaklaşıyordu.

"Sen tanrı değilsin" Sözcükleri odaya sersemlik içinde söylemiştim.

"Şimdi anlıyor."

Erkek sesi tekrar güldü.

Sonra ağzıma yumruk attı.

"Duymadın mı? Hükümet tanrıdır."

Ben ona doğru bir kan gölü tükürürken federal ajan yumruklarındaki yaraya baktı. Her şey o anda üst üste geldi. Denekler karşıt görüşlüydü. Hepsi hükümetimiz ölmelerini istediği için ölmeye karşıydı. Tanrı deneyindeki amacımız ölümün doğru zamanda geldiğinden emin olmaktı.

"Onu öldürmeliyiz General Attorney..."

Kadın partnerinin lafını kesti.

"General Attorney'in bir şey bilmesi gerekmiyor."

İkisi de durdu.

"Bunu duyuyor musun?"

Sandalyemi yere fırlatmak için zaman kazandım. Ortaya çıkan zorluk benim yararıma olmadı. Bacakları kırdım ve kurtulmayı başardım. Ama çok geçmeden üçüncü dev karga diğerleri beni yumruklarken kollarını kollarıma sarmıştı.

Tom, odamızın kilitli olmayan kapısından fırlayarak düştüğünde… Onun katıksız aptallığına düpedüz güldüm. 

Şişman adam kanla kaplanmıştı. Tıpkı C dereceli* saçma bir korku filmi gibi kan kafasından ve labaratuvar önlüğünden damlıyordu. Ancak sonraki birkaç eylemi kahramanlıktan başka bir şey değildi. Onlar olmadan bugün bu hikayeyi anlatabilmek için canlı olamazdım.

Tanrıya şükür Tom yanında büyük eski bir silah getirmişti.

Bana saldıranlara hemen iki kurşun ateşledi. Üçüncüsü, Tom onu dizinden vurmadan hemen önce beni bıraktı. Odadan tökezleyerek çıktım ve suç mahallinden tam zamanında kaçmıştım. Tom o gece bir mermi daha ateşledi. Hayatını mahveden aynı adamlarla birlikte öldü.

* * * * * *

Hükümet tamamıyla farklı geçmişe sahip 7 denek seçti. İsimleri Mike, Caroline, Courtney, Michele, Priyanka, Tommy ve..

Bendim.

Çoklu cinsiyet ve yönelimin arkasındaki sebep oldukça basit görünüyor. Başımızdakiler, Tanrı Deneyi boyunca bir şey ispatlamak istediler. Herkesin canı her zaman kıymetlidir. Herkes dışarda halkın ilgisini çekebilir. İzlediğimiz denekler, vergilerini toplayan aynı hükümet tarafından infaz edilmek üzere hedef gösterilmişlerdi. Ve bu yüzden başkomutanlarımız için daha uygun bir tanım yok. 

Hükümet tanrıydı.

Daha fazla cevap istiyorsanız, korkarım ki yetersizler. Geçen altı ay boyunca gizlemeye zorlandım ve neden federallerin yaşamama izin verdiğini bilmiyorum. Ne zaman yatağa gitsem onların gözlerini hissedebiliyorum. Bu son bilgileri vermeden önce laptobumdaki kameranın ışığı kırmızı oldu.

Hükümet beni izliyor. Sizi de izliyor.

Sadece başkasının da görmesini istedim.

Ç.N: C-rated filmler, 18 yaş altı çocukların izlemesinin uygun olmadığı film türleridir. 

22 Ocak 2023 Pazar

Eski zamanların hatrına

"Naber?"

Birbirlerine baktılar, ikisi de ne diyeceğini ve nasıl diyeceğini bilmiyordu. Uzun zaman olmuştu. Bütün ev garip hissettiriyordu, kesinlikle hissetirmesi gerekenden daha fazlaydı. İçeriye ayak bastığından beri 5 yıl geçmiş olmalıydı. En uzun süre değildi ama ailesinin evi olduğu göz önünde bulundurulursa düşünülmesi gerektiğinden daha uzundu. Normal yani. 

Normal mi? Robert bu kelimenin kafasında dolaşmasına izin verdi. Normal.. normal. Kelimenin kendisi bile bir garipti. Bunların herhangi biri normal miydi? Ailesinin evini ziyaret edeli 5 yıl olmuştu hatta o bile arabayı sadece dışarda park etmek içindi. Ebeveynlerinin onu alması için kaldırımda beklediklerini düşündüklerini umarak.. Ama yok. Yolu yürümek için gereken cesareti bulmadan önce belki de arabada 10 dakika boyunca oturmuştu. Sundurmanın önünde durdu ve kapıyı çaldı. Annesi içeri davet etti. Normalliğe en azından minimal bir adım atmak için istekliydi. Normalliğe.. Bu eski normalden bile aptalcaydı. 

"Kendinden geçmişsin."

"Üzgünüm. Bu normal değildi.."

 O.. o neyle konuşuyordu? Silüetle mi? Hayaletle mi?  Ruhla  mı? Gulyabaniyle mi? Şeytanla mı? Periyle mi? Öcüyle mi? Neyle lan neyle? 

"Sen tam olarak nesin?" Robert şaşırmıştı. Bir sohbet başlatmanın en kibar yolu bu olabilirdi ancak. "Böyle demek istememiştim. Demek istediğim.." diye bocaladı Robert. Ne kadar kaba olursa olsun, ne demek istediği ve ne bilmek istediği tam olarak buydu. 

"Ne olduğumu ve kim olduğumu biliyorsun.. Dolabındaki canavarım." Robert'ın duymayı beklediği şeydi. Ama yine de yüksek sesle söylendiğinde kendi kafasından defalarca söylediği kadar anlamsız geliyordu. 

"Ben senin sadece bir şey olduğunu düşünmüştüm.."

"Hayal ürünü olduğumu mu?" 

"Evet."

Dolap canavarı dudaklarının köşesini kıvırdı. Gülümseme gibi bir şey olarak kabul edilecek kadar. 

"Hayır düşünmedin."

"Pardon?" Robert sesin keskinliği karşısında şaşırmıştı. 

"Asla bir hayal ürünü olduğumu düşünmedin. Bir şeyin içinde korku olduğunda o gerçek değildir. Gerçek olduğuma inandın. Ya da  o kadar uzun zaman oldu mu da unuttun? Yoksa yıllar içinde kendini ikna mı ettin?" 

"Ben.." diye kekelemeye başladı Robert istemsizce. 

"Yatağı ıslattığın geceyi hatırlıyorsun.. O kadar korkmuştun ki yardım isteyecek kadar bile sesini çıkaramadın.. kendi pisliğinde uyudun."

"Tamam hatırlıyorum" diye kesti Robert. O geceyi hatırlamak yeterince utanç vericiydi. Yüksek sesle tekrar yaşamaya gerek yoktu. 

"Her zaman gerçek olduğumu düşündün hala da öyle. Ben sadece bir hayal ürünü olsaydım neden nerdeyse buraya on yıl içinde ikinci kez geldin? Kendini küçümseme.. beni küçümseme."

Robert bacaklarındaki kasların zayıfladığını hissetti. Bacakları ağırlığını kaldırma yeteneğini kaybediyordu. Buna karşılık karnındaki kaslar sıkışıyor, mide bulantısına neden olan sancılı düğümlere dönüşüyordu. Bir saatten az bir süre içinde eve geri dönmüştü ve bayılmanın eşiğindeydi. Her şey gibi bu da inanılmazdı. Bayılmak mı..? Artık kimse bayılmıyor. Bu 1950'li filmlerin ve aşırı duygusal kitapların ilgi alanıydı. Kimse aslında bugünlerde bayılmıyor. Robert dışında. Başı dönüyordu ve aklı düşüncelerini bulandıran ve aynı şeyi vizyonuyla yapmakla tehdit eden iğrenç bir sisle doluydu. Göğsü sıkıştı ve nefesi giderek kısa patlaklar haline geldi. Avuç içleri terliyordu ve boncuk boncuk ter akan kel kafasındaki gözenekleri hissedebiliyordu. 

"Lütfen yapma.." Ağzından kaçan kelimeler aslında zehirli havasından sarsıldığı için kılık değiştirmiş bir lütuftu. Onu o ana dönmeye zorladı..

"Tamam tamam." Robert gözlerini sıkıca kapadı. Tekrar açtı. Dolap canavarı hala önündeydi ve iğrenç pençeli ayaklarıyla kapı çerçevesinin pervazından sarkıyordu.

"Deliriyor muyum?" İyi bir cevabı olan bir soru değildi. Evetse, aklını kaçırıyordu ve aklını yitirmesiyle tamamen baş etmek zorundaydı. Ya da hayır deli değildi ve birçok çocukluk kabuslarının içinde olan çirkin bir suratla yüzyüze duruyordu. 

Dolap canavarının dili, siğilli ve kuru cildi nemlendirmek için iki dudağının arasında kaydı.

"Hayır deli değilsin..pekala belki de öylesin. Ama kastettiğin şekilde değil."

Robert'ın bacakları yere çöktü ve yere yığılana kadar duvardan aşağı hantal bir biçimde kaydı. Allah'ım...nolur altıma sıçmayayım. Şimdi olmaz. Bugün olmaz. 

"Seni tekrar görüp göremez miyim diye merak ediyordum."

Robert aklını kirli iç çamaşırı düşüncelerinden uzaklaştırdı ve akıl almaz bir şekilde.. her ne boksa onun yüzüne bakmaya başladı.

"Tüm zaman boyunca burda mıydın?"

"Tabi ki.. Başka nerede olacaktım?"

"Anlamıyorum."

"Hiçbir zaman akıllı olmadın." Dolap canavarı şeytani dudaklarını geriye doğru gererek sıra sıra sarı, yıpranmış dişlerini ortaya çıkartarak gülümsedi. Pis kokan bir nefes bulutu Robert'ın burun deliklerine doğru esti. 

"Tanrım.." Teni karıncalandı, midesi bulandı. Testislerindeki kan geri çekildi. Bu o kokuydu.. biraz eski biraz da leş gibi kokan. Çocukluğunda musallat olan bir kokuydu. Kapının girişinde kendini durmaya, kapı zilini çalmaya, yaşlı annesine neden eve giremediğini, onu ve babasını garaj yolunun sonunda arabada bekleyeceğine dair zayıf bahaneler sunmaya zorladığında 5 yıl önce fark ettiği bir kokuydu. 

Bu gerçekleşiyor olamazdı.

"Oluyor. Hayal kurmuyorsun."

Robert altına kaçırmaktansa idrar kesesini tutmaya çalışarak baktı. 28 yaşındaydı, altına kaçıramazdı. 

"Merak etme aklını okumuyorum. Sadece gülünç derecede kolayca anlaşılabiliyorsun. Bu iyi bir şey, olmanı umduğum bir şey."

"Yani ben çocukken tüm bu zamanlar.. annemin bana endişelenmememi söylediği zamanlar. babamın bana gülüp geçtiği vurup yürüyüp gittiği ve bana büyümemi söylediği zamanlar. Sen tüm bu zamanlar boyunca gerçek miydin?"

"Hadi ama çok sıkıcı oluyorsun. Evet ben gerçeğim. Evet gerçektim. Evet, evet, evet.." Dolap canavarının sesi kısıldı. Göğsü ya da en azından vücudunun büyük olasılıkla göğsü kabaracak kısımları yavaşladı. Tiksinç sarı gözleri başka bir yere bakıyormuş gibi görünüyordu.

Yaratık bir an için kontrolünü kaybederken ama uyum sağlamayı ve tutunmayı başarırken pençeleri kapı çerçevesinin ahşabına sürtündü. 

"Tüm bu zaman boyunca burda mıydın?"

"Dediğim gibi.. nereye gidecektim?" Hareketlerindenki yavaşlığı sürdürmeye çalışan dolap canavarı üst eşikten sıvıştı ve yatak odasının eşiğinde oturdu.

"Hiç geri gelmemeliydim."

"Hiç mi? Gerçekten mi? Sonsuza dek bunu yapar mıydın?"

"Bi-bilmiyorum. Yani eğer yapmasalardı.." Bu çılgın kabusun ortasında bile bazı şeyler konuşulamayacak kadar acı vericiydi.

"Donald ve Joy?"

"Evet" Kaç yaşında olursa olsun, onlara anne ve babadan başka bir şey demek tuhaf geliyordu.

"Zor bir ayrılık.. Ama seni eve getirdi, başka hiçbir şey yapmadı." Robert sırtını duvara yasladı, gözlerini kapattı ve ortadan kaybolan 2 özdeş tabut gördü. Grev saygıya değerdi ama göze çarpan bir yanı yoktu. Ailesi nadiren evden çok uzaklara belli bir süre giderek kendilerini uzaklaştırırdı. O gittiğinden beri onları oldukça nadir görmesinin sebeplerinden biriydi. Seyahat etmezlerdi. Eve gelmezdi. Mükemmel bir şekilde uyumsuzlardı. Ama bu yaratık haklıydı. Onlar ölmeseydi muhtemelen eve hiç gelmezdi. 

Keşke evi satsalardı.. başka bir yere başka bir eve ya da huzur evine taşınsalardı.. herhangi bir yere.. Herhangi bir şey tercih edilebilirdi. Dünyanın uzak kısımlarına taşınabilirlerdi ve kesinlikle onları normalden daha çok ziyaret etmenin bir yolunu bulurdu. 

Ama inat ediyorlardı. Almak için çok çalıştıkları evi terk etmeyi reddettiler. Bir aile kurabilecekleri, onu yetiştirebilecekleri bir eve dönüştürmek için çok çabaladılar. Göz kapaklarının arasından bir gözyaşı damlası süzüldü ve burnunun kenarına aktı. Tuzlu su dudaklarının arasına sızıyordu.

Robert'ın çocukluğu onu ele geçiriyordu. Yılların deneyimleri ve büyük duygular.. Neden bu ev? Neden o? Hatırladığı kadarıyla dolabında bir şey olması lazımdı. Kimse ona inanmadı. Ne içindeki korkuyu elinin tersiyle ya da kemeriyle yenmesini sağlayan babasıydı. Ne kabuslarını nazik mırıltılar ve yatıştırıcı ama boş sözlerle defetmeye çalışan annesiydi. Ne de sınıf arkadaşlarından bir teselli bulabilmişti. En yakın arkadaşlarından birine sırrını söylemeye çalışmak haftalarca alay edilmesiyle ve okul bahçesinde dövülmesiyle sonuçlanmıştı ve bu da onu üç gün boyunca okuldan uzak tutmuştu. 

Kimse ona inanmadı.. Tek bir kişi bile.. O kendine inanmayı bırakana kadar. Gözyaşlarına boğulduğu, kendini tuvalete kitlediği, aklını kaçırdığını düşünerek endişelendiği günler birden fazlaydı. 4 kez evden kaçtı. Bir keresinde babası tarafından komşunun evinden alınmıştı. Üç kez de yerel polisler tarafından bulunmuştu. Nihayet 18 olduğunda kimse ona kal diyemezdi. Hiç dönmemek üzere gitmişti ama sadece 2 kez dönmüştü. Bir kez, ailesini, mezuniyetini kutlamak için bir öğle yemeğine buluşmaya ikna ettikten sonra ve bugün ailesinin yakılmasının ardından gelmişti. Robert gözlerini açtı. Dolap canavarı gözleri yarı kapalı, kurumuş dudaklarından kaçan yavaş yumuşak bir hırıltı ile yerde Robert'ın önünde çömeliyordu. 

Bu kez gülme sırası Robert'ındı. Dolap canavarı ona bakmak için gözlerini zahmetle yukarı kaldırdı. "Bu kadar komik olan ne?"

"Bunca zaman sonra o kadar da korkunç görünmüyorsun. İyi misin?"

"Bekleyeli uzun zaman oldu."

"Tüm bu zaman boyunca benim için mi bekledin? Şimdi ne oluyor? Yani ne olması gerekiyordu?"

Dolap canavarı yutkundu ve pis kokan bir hava bulutu geğirdi. 

"Ben.." Kır kaşlarını çattı, şaşkın görünüyordu. "Uzun zaman oldu". İzleyerek ve bekleyerek orada oturdular.

"Ama bir planın olmalı. Demem o ki neden ben? Neden hala buradasın?" Robert o muazzam korkunun vücudunu yavaşça terk ettiğini hissetti.

"Eve gelmeni bekliyordum."

"Ee?"

Ne bir ses ne de bir uyarı vardı. Pençeli uzvu Robert'ın ayağını kavramak için ileri uzandı. Sertleşmiş pençesi ona ulaşmadan birkaç dakika önce onu ulaşamayacağı bir yere çekti. Robert ciğerlerine havayı çekerken ve dudaklarından hafif bir nefes verirken dolap canavarının gözleri bir an parladı. 

"Bak..İşte bu yüzden."

"Beni korkuttun"

"Biliyorum" dedi dolap canavarı böbürlenerek. "Hep yaparım"

"Ve sen tüm bu zaman boyunca benim için mi bekliyordun?"

"Tabii ki."

"Neredeyse onur duyacaktım." Robert, yatağa her girdiğinde beklediği ve korktuğu onu yakalamaya uzanan pençelere gözlerini dikmişti. "Ama hala anlamıyorum. Ailem senin gerçek olduğunu bilmiyordu, seni hiç görmediler. Nereden geldin? Neden benim dolabım? Neden ben? Nereden geldiğini hatırlıyor musun? Ya da neden buradasın? Robert boş gözlerle dolap canavarına bakıyordu. "Aslında işlerin benim için farklı olacağını sana düşündüren nedir?"

"Sanırım..yani..Eğer gerçeksen.. durum değişir..yani her şey.."

"Belki de senin için. Gerçekten hiç böyle düşünmemiştim. Sadece benim için hep böyleydi."

Robert elinin arkasıyla gözyaşlarını sildi. Midesindeki düğümlenmeler farklı ve daha az mide bulandırıcı şekillere giriyordu. Çocukluk korkularının belirtilerine bakıyordu. Kabuslar önünde çömeliyordu. Dişleri ve pençeleri vardı. Ama köpeklerin de vardı. Bir köpek onu korkutmazdı. Ama başka türden bir köpek isterse yüzünü parçayabilirdi. Çok fazla tuhaf ve çelişkili düşünce kafasından geçiyordu. Çok fazla soru ve çok fazla cevaplanmayan şeyler vardı.

"Kaç yaşındasın?" Dolap canavarı hareket etmedi. Onu duymuş gibi görünmüyordu, ağır ağır nefes aldı.

"Ben.."

"Duydum ki..Düşünüyordum. Bilmiyorum. Gerçekten kaç yaşında olduğunu bilmiyorum. Ailenin seni ne kadar özlediğini ve eve gelmeni ne kadar istediğini duydum."

"Bu senin hatandı. Eğer burada olmasaydın hiç gitmezdim."

"Seni korkuttum, değil mi?"

"Korkuttuğunu biliyorsun."

"İyi" Dolap canavarı kıkırdamaya çalışırken hırıltılı bir nefes aldı.

"İyi mi?" Öfke, ilk defa Robert'ın sesine yansımıştı. "Kaçıp gitmeme sebep olman nasıl iyi olabilir? Onları beş yıldır görmüyorum çünkü buraya dönmeye korkmuştum."

"Ama şimdi buradasın."

"Tabii ki ben.." Robert'ın sesi canlılığını yitirdi. Evet, buradaydı. Onca zaman sonra.. Ama ailesi ölene kadar değil. Sanki eve gelmemesinin nedeni onlarmış gibiydi. Ama bu doğru olamazdı. Olabilir miydi?

Dolap canavarı, eski yatak odasına girmesini engellemek için kapı aralığına oturdu. 

Robert, dolaşmış saçlarının şekilsiz biçimi haricinde, yatağını, bir zamanlar oturduğu masayı ve ev ödevlerini yapıyormuş gibi görünürken baktığı pencereyi görebiliyordu. Sonra bir düşünce kafasına dank etti.

"Ailemi öldürdün mü?"

Dolap canavarı cevap vermedi sadece hırıltılı nefes alıp verişlerine devam etti.

"Hey" diyerek Robert ayağını uzattı ve içgüsüdel olarak pençesiyle tepki veren dolap canavarını dürttü. Parçalanmış pençeleri Robert'ın çorabını kesiyor ve altındaki deriye ince bir kan çizgisi çiziyordu. Robert korkup hızlıca ayağını geri çekti. Dolap canavarı ona baktı. Gözlerinin derinliklerinde bir yerlerde bir ışıltı vardı.

"Eğer ölürlerse buraya geleceğini sandığını söyledin. Sandım ki belki de.." Canavarın ağzından akan salyalar ahşap zeminde birikinti oluşturuyordu. Ama hiçbir şey söylemiyordu.

"Çok iyi görünmüyorsun. Ne anlama geldiğini bilmiyorsan bile yaşlısın."

"Belki" sözcüğü uzun dar bir nefes eşliğinde yavaşça söylenmişti.

"Bilirsin insanlardaki 1 yıl köpeklerde 7 yıla denk gelir. Belki senin için de aynıdır. Belki de bu şekilde yaşlanmışsındır."

Dolap canavarı ona baktı. "Sence istesem seni yakalayamaz mıyım?" Pençeli uzantısını yukarı kaldırdı ve tırnağındaki Robert'ın kanı olan kırmızı lekeye baktı. "Seni kolayca öldürebilirim.." derken sesi kısılmıştı.

"Artık senden korkmam gerekiyor mu bilmiyorum." Robert hareket etmeye çalıştı ama dolap canavarı uzuvlarını çıkarttı ve sıkıca onun bileğini kavradı. 

"Öyle mi düşünüyorsun?"

"Bilmiyorum." Robert bileğindeki tutuşun gevşediğini hissedebiliyordu ama bacağını kurtarmaya çalışacak kadar kendinden emin hissetmiyordu.

"Şimdi ne var?" Robert nefes darlığının yavaşlayıp yavaşlamayacağını merak ederek bekliyordu.

"Saat geç oluyor. Kalacak mısın yoksa önceki gibi kaçacak mısın?"

"Kendine bir bak. Bana ne yapabilirsin?" Robert ayak bileğini tutuşunda bir zayıflama hissetti. Gözlerini dolap canavarının yüzünden ayırmadan bacağını yavaşça kendine doğru çekti. Dolap canavarı,  pençesini Robert'ın bacağına geçirdi ama kavrayış zayıftı ve bacak hareket ettikçe pençeler kaymaya başladı. 

"Gece kalmalısın."

"Burada mı?"

"Başka nerede ya?" Dolap canavarı Robert'ın bacağını tamamen bıraktı. Öğle uykusundan uyanan bir kedi gibi gerindi. Kemikleri çatırdadı. "Sadece bak. Yapabilir misin diye."

Dolap canavarı yatak odasına geri çekilmeye başladı. Uzayan gölgeler güneş ışığı söndükçe onu yutuyordu. 

"Devam et.. dene ve cesur ol." dedi dolap canavarı. Şimdi sadece bir çift donuk göz boşluğu deliyordu. Eski zamanların hatrına.


Ç.N: Yılın ilk pastasıyla merhaba. Sizce en sonunda ne olmuş olabilir? 

23 Aralık 2022 Cuma

Cehennemden geçmem için bana 5000 dolar ödediler. - Bölüm 3

 "Ben Dr. Monason, dış iskeletin miğferindeki küçük hoparlör aracılığıyla seninle iletişim kuruyorum. Görünüşe göre dış iskeletin içinde kendini yaralamayı başardın. Deneyi şu an için duraklatmaya ve iskeletteki hatayı düzeltmeye karar verdik. Bekle – dış iskelet birazdan açılacak.”


Kısa süre sonra gözlerimi dolduran ışık beni neredeyse kör etti. Makine açıldığında, kulaklarım beni çevreleyen elektronik aletlerin ve önlüklü onlarca adamın sesiyle doldu. İğneler ve tüplerin bedenimden çıkarken verdiği acıyı hissetmek, sonunda gerçek dünyaya dönmek, hayatımda hiç hissetmediğim kadar harika hissettirmişti.


Özgürdüm.


Vücudum saatlerce uyuşmuştu. İlaç hâlâ etkisini tam olarak yitirmemişti, henüz hareket edemiyordum. Bu süre zarfında, bilim adamları verileri incelerken beni dış iskelette bıraktılar ve ayak başparmağımı bandajladılar. Söyledikleri her şeyi dinlemeye çalıştım ama konsantre olamıyordum. Üstümdeki parlak ışıklar, mükemmel karanlığa alışmış olan gözlerimi yakıyordu.


İlaçlar yavaş yavaş vücudumu terk ederken, eklemlerimde donuk bir ağrı oluştu. Bir süre sonra, vücudum laboratuvar önlüklerinden oluşan bir ekip tarafından dış iskeletten çıkarıldı. Başımın üzerinden bir sabahlığın geçirildiğini hissettim. Tekerlekli sandalyeye itildim. Hâlâ hareket edemiyordum, sandalyeyi laboratuvarlarının daha derinlerine iterlerken  tekerleklerin sesini dinledim.


--



"Uzayda süzüldüğünüz zamanı tekrar açıklayın. Nasıl bir duyguydu?”


"Lütfen bırak gideyim!"


"Yapamam. Bunu biliyorsun. Senden aldığımız veriler çok önemli. Hayatlar tehlikede. Ayrıca, polise gitme riskini alamayız. Makineye geri döneceksin.”


Bu konuşma, araştırma grubunun devasa yer altı laboratuvarında bir yere kurulmuş olan küçük sorgu odasında yaklaşık bir saattir sürüyordu. Konuşacak kadar hislerimi yeniden kazanmış olsam da, hareket etmekte oldukça zorlanıyordum. Deneyleri sona erene dek, ki bu muhtemelen öleceğim ana dek sürecekti, o lanet iskelette tutulacağım açıktı. Bilim adamlarının şimdiye kadar elde ettikleri veriler o kadar faydalıydı ki, beni iradem dışında tutmakta bir sakınca görmediler.


O küçücük metal odada, soğuk katlanır sandalyeye bağlı, sadece ince bir sabahlıkla otururken, kaderimi düşündüm. 5000 dolara hayatımın geri kalanını satmıştım. Monason'un sorgulamasına direndiğim sürece makineye geri dönmeyi erteleyebilirdim. Ama sadece kaçınılmazı geciktirdiğimi biliyordum.


Şimdi bir bandajla sarılı olan ayak başparmağıma baktım. Her nasılsa, makineden çıksam bile, bilim adamlarının benim oradan canlı ayrılmama izin vermeyecekleri şu ana dek aklıma gelmemişti.



"Ya sorulara cevap vermezsem?"


"Bu sorulardan almayı düşündüğümüz veriler kritik ve hayat kurtarabilir. Ama bunu sağlayamazsak, o zaman dış iskeletten alınan bilgi yeterli olacaktır. Cevap vermezsen, seni şimdi makineye geri götüreceğiz.”


Yani, önemli değildi. Ben zaten mahkumdum. Elimden gelen tek şey süreci olabildiğince uzatmaktı.


"İyi. Ne istiyorsan sor."


Yüzlerce soruyu yanıtladım, saatler sürdü. Bilim adamları sözlerimi zar zor dinlediler. Benimle birlikte odaya yerleştirilmiş bir kayıt cihazı vardı. Eminim birisi daha sonra cevaplarımı inceler, ama şu an için bu konuşma gelecek nesiller içinmiş gibi görünüyordu.


Yine de bir noktada bir şeyin farkına vardım. İlaçlar vücudumu tamamen terk etmişti. Teorik olarak tekrar hareket edebilirdim. Şimdilik bir sandalyeye bağlıydım. Ama makineye geri dönmemi isteseler bile beni bağlı tutamazlardı.



Ve bu düşünceden yola çıkarak bir plan yaptım. Sadece birkaç saniyem olacağını biliyordum. Hemen kaçamayacağımı biliyordum, yoksa beni yakalayacaklardı. Onları kaderime boyun eğdiğime ikna etmem gerekecekti. Sorgulama sona erdiğinde, kendimi dış iskeletin bulunduğu odaya geri çekilirken buldum. Belki de başka türlü kaçacağımı varsayarak, bilim adamları beni taşıma sırasında bağlı tuttular.


Ama sıra beni makineye atmaya geldiğinde bağları çözdüler. Geceliğimi çıkardılar ve beni makinenin içine doğru kaldırdılar. İlaçların etkisi geçmemiş gibi vücudumun gevşemesine izin verdim - yakın zamana kadar hareketimi kısıtlayan aynı uyuşukluk numarası yaparak. Dış iskeletin kauçuk iç kısmına uzanırken, Dr. Monason benimle tavandaki bir hoparlörden konuştu.


"Tekrar ayrılmak zorunda olduğumuz için üzgünüm. Cevaplarınız gelecekteki araştırmalar için paha biçilmez olacaktır. Şimdi kötü adamlarmışız gibi göründüğümüzü biliyorum. Ama elde ettiğimiz araştırma paha biçilmez. Bir gün hayat kurtaracak. Dünyaya değerli bir hizmet yapıyorsunuz.”


Konuşması sona erdiğinde, araştırmacılar tekrar yaklaştı ve vücudumu iğneler ve tüplerle doldurdu. Kaçmak için can atıyordum ama kendimi tuttum. Hareket edemediğime inanmak zorunda kalacaklardı.


Sağ kolumda iğne batması hissettim. Zaten uyuşturucuyla yüklüydüm. Zamanım kısalacaktı. Laboratuvar önlüklerinden bazıları başka bir serum takmak için sol tarafımdan bana yaklaşırken, kendimi yukarı doğru fırlattım. Ani hareketime şaşıran solumdaki bilim adamları geri çekildiler. İğneler ve tüpler ani hareketimin baskısına karşı gerilirken sağ kolumda keskin bir ağrı hissettim.



Odadakiler paniğe kapıldı. Çalışanlar her taraftan üzerime doğru koşmaya başladı. Vücudumun kendi iradesiyle hareket ettiğini hissettim. Sol kolum sağıma uzandı ve vücudumdan bir dizi tüp ve iğne kopardı. Makineye kan fışkırdı ve sağ kolum gevşekçe yanıma düştü.


Doğduğum günkü gibi çıplak bir şekilde kendimi makineden dışarı fırlattım. Uyuşturucu madde sağ kolumu devre dışı bırakmıştı ama vücudumun çoğu çalışıyordu. Laboratuvara girdiğim, şimdi bin yıl önceymiş gibi gelen kapıya doğru koştum. Takip edilip edilmediğimi görmek için arkamı dönmeye cesaret edemedim. Tek yapabildiğim koşmaktı.


Kapıyı iterek açtığımda, birbirini takip eden bir dizi merdivene çıkan uzun bir koridor gördüm. Deneye hazırlanırken defalarca inip çıktığım merdivenler. Hep bir gün son kez çıkacağımı sandığım merdivenler.


Vücudumu olabildiğince sert ittim. Merdivenlere ulaşana kadar sağ kolum yanımda sallanarak koştum. Arkamda, adamların öfkeli bağırışları ve ayak seslerinin gümbürtüsü tutarlıydı. Beni yakalarlarsa oyunun biteceğini biliyordum.


Merdivenlere ulaştığımda, neredeyse ilk katın tamamını atladım. Bir sonraki kata tırmanmak için döndüğümde, sadece iki kişinin bana ayak uydurduğunu gördüm. Birden içim umutla doldu. Belki de hepsini geçebilirdim. Sonra polise gider ve tüm bu operasyonu yakalatma şansı yakalardım. İkinci kat merdivenin tepesine çıkıp çıkış kapılarından geçer geçmez özgür olacaktım.


Merdivenlerin başına varır varmaz umutlarım yıkıldı. Binanın çıkışını en az on beş adam koruyordu. Belli ki kaçışım, tesisin hazırlıklı olduğu bir durumdu. Adamlar arkamdan ve önümden yaklaştıkça gidebileceğim tek bir yol olduğunu anladım.


Çatı.


Koşmaya devam ettim. Merdivendenler ve merdivenler. Ağrıyan bedenim her adımı protesto ediyordu. O merdivenlerden yukarı çıkarken sağ kolum merdiven korkuluklarına ve duvarlara çarpıyor, adım adım ilerlerken öfkeli adamların sesleri kulaklarımı dolduruyordu.


Çok geçmeden son merdivene gelmiştim. Tavandan sarkan bir merdiven binanın çatısındaki bir ambar kapısına çıkıyordu. Bu oydu. Dış dünyayı tekrar görecektim. Yukarı çıktığımda nereye gideceğimi bilmiyordum ama özgür olduğumu biliyordum.


Merdivene atladım ve kendimi yaklaşık iki metre havaya kaldırdım. En tepeye ulaştığımda kapıyı ittim. Ağırdı ve zar zor hareket ediyordu. Bir an için ambar kapağına yaslandım, sonra bileğimde sıkı bir kavrayış hissettim.



Adamlardan biri yetişmişti. Soğuk elini bacağıma sarmıştı ve beni merdivenden çekmeye çalışıyordu. Hafifçe döndüm ve Dr. Monason olduğunu gördüm. Gözleri kırmızıydı ve tabak kadar büyüktü. Şeytanın gözlerine bakmak gibiydi.


Tamamen içgüdüsel davrandım. Merdiveni daha sıkı kavradım ve serbest kalan ayağımı doktorun yüzüne doğru savurdum. Topuğum çenesine çarpıp dişlerini ve kanını her yöne fırlatırken gülümsedim. İnanmayacağım kadar acıttı ama bir şeyler hissetmek çok güzeldi.


Dr. Monason elini gevşetti. Tekrar yukarı ittim ve kapak açıldı. Binanın düz çatısına tırmandım. Çatıyı ince bir çakıl tabakası kaplamıştı. Keskin taşlar çıplak ayaklarıma saplandı ama hareket etmeye devam ettim. Çatının kenarına koştum ve şehre baktım.


Görüş alanımı gökdelenler ve yıldızlardan oluşan güzel bir ufuk doldurdu. Çıplak tenimde soğuk esintiyi hissettim. Çatının kenarına tırmanırken arkamdaki adamların sesleri zar zor duyuluyordu. Aşağıdaki kaldırımda yürüyen insanlara bir manzara olmuş olmalıyım. Daha önce hiç görmemiş gibi ufka bakan bir binanın kenarında duran çıplak bir adam.


"Lütfen oradan aşağı in. Makineye geri dönmek zorunda değilsin. Sadece aşağı gelmene ihtiyacımız var.”


Yine Dr. Monason'du. Şimdi birkaç dişi eksik olduğu için sesini anlamak zordu. Ona bakmak için ufuktan uzaklaştım. Laboratuvar önlüklü diğer adamlarla dört bir yanından çevrelenmişti.


O anda başka seçeneğim kalmadığını biliyordum. Monason'un beni tekrar makineye atmayacağına inanabilir miyim? Muhtemelen hayır. Ama bu noktada kaçma şansım yoktu. Kaçamayacağım kadar çoklardı.


Araştırmacılardan biri beni tutmak için uzandığında bir adım geri gittim.


Vücudum aşağıdaki toprağa düşerken, kendimi gülerken buldum. Tıpkı makinenin içindeyken gibiydim. Vücudum bir kez daha yüzüyordu. Soğuk hava bedenimi uyuşturdu ve bir kez daha hiçbir şey hissedemedim.


Yere çarpmadan hemen önce kilise çanlarının çaldığını duydum. Şükürler olsun. Cennete gidiyor olduğumu düşündüm.


--


Cennet gelmedi. Bunun yerine kendimi tamamen karanlıkta buldum. Hiçbir şey hissetmemek, hiçbir şey görmemek, sadece önceki eylemlerimi düşünmek.


Ölüm böyle bir şey mi?


Soruma cevaben tanıdık bir ses duydum.


"Merhaba, ben Dr. Monason. Dış iskeletin miğferinde bulunan küçük bir hoparlör aracılığıyla size bir kez daha sesleniyorum. Dış iskeletteki üç gününüzü başarıyla tamamladınız.”


Hâlâ uyuşturan ilaçlarla dolu olmasaydım, ağlardım.


“Şu anda makineyi açma sürecindeyiz. Bu noktada, fiziksel bir değerlendirme yapacağız. Eminim gitmek için can atıyorsundur. Bunu gerçekleştirmek için olabildiğince çabuk hareket edeceğimize sizi temin ederim. Bu projedeki yardımınız için çok teşekkür ederim. Eminim ki bu süreç senin için de paha biçilmez olmuştur.”


Üç gün. Tam üç gündür o makinenin içindeyim.


Beni makineden çıkarana kadar fark etmemiştim. Ayak başparmağımda bandaj yoktu, ayağımın yanında kendimi kesebileceğim bir iğne yoktu.


Tesis, deney sona erdikten sonraki saatlerde dinlenmemi sağlamaktan başka bir şey yapmadı. Uyuşturucunun geri kalanı sistemimden çıkarken bana dinlenmek için rahat bir yer sağladılar. Deneyimim hakkında sorular sormalarına rağmen, konuşmayı reddettiğimde düşmanca davranmadılar. Araştırmacılar, deneyimle ilgili sorularımı yanıtlamaktan mutlu oldular. Her şeyin kafamda olduğunu söylemekten mutluyum.


Deneyi takip eden günlerde Dr. Monason, talep ettiğim tüm akıl sağlığı kaynaklarının bana sağlandığından emin oldu. Bana birkaç haftada bir gördüğüm bir terapist ayarladı. Terapist bana günde iki kez aldığım bir antidepresan verdi. Normal hayatıma döndüm. Kiram ödendi. Yeni biriyle görüşüyorum. Başka bir yayınevinde yeni bir iş buldum.


Sanki tüm hayallerim gerçek olmuş gibi.


Ama terapistle ne kadar konuşursam konuşayım, ne kadar hap alırsam alayım, makineyi kafamdan çıkaramıyorum. O üç günün nasıl sonsuza kadar uzadığını düşünmeden edemiyorum.


A: Ama makineden çıktın. Üç günün doldu!


B: Evet, ama…


C: Ama ne?


B: Daha önce bir kez makinenin dışındaydım.


C: Ama o gerçek değildi.


B: Ama gerçek gibi geldi.


C: Bu gerçek hissettiriyor mu?


B: . . . artık bilmiyorum


Üç gün daha fazlaymış gibi gelebilir mi? Bir terapist, bir iş, daha iyi bir yaşam hayal edebilir miyim? Bilmiyorum.



Bazen gözlerimi kapatıyorum ve açmaya korkuyorum çünkü açtığımda sadece karanlığı göreceğimden endişeleniyorum. Kendimi hâlâ o hayali yıldızların arasında yüzerken, hareketsiz bulurum diye korkuyorum.